Son zamanlarda şu soruyla çok sık karşılaşıyorum: değer verdiğim insanlar neden beni bu kadar üzüyor?
Aslında bu soru, çoğu zaman bir hayal kırıklığından, bir kırgınlıktan geliyor. Çünkü insan, önemsemediği biri tarafından değil de en çok bağ kurduğu kişiler tarafından incinir. Bunun da çok temel bir sebebi var: yanlış insanlara doğru değer vermek.
Peki ne demek bu yanlış insanlara doğru değer vermek? Bazen karşımızdaki insanı olduğu gibi değil, olmasını istediğimiz hâliyle seviyoruz. Yani onun tüm kusurlarını, olumsuz özelliklerini veya bize karşı hoş olmayan tavırlarını-ayıplarını dahi görmezden gelip sadece değer veriyoruz. Yani o insanın gerçek kişiliğini değil, kendi içimizde yarattığımız bir “versiyonunu” önemsiyoruz.
Ve işte tam da bu noktada, hayal kırıklığı yaşamak kaçınılmaz hâle geliyor. Çünkü bir süre sonra o kişinin, bizim kafamızda yarattığımız versiyona değil de, kendi gerçekliğine göre davrandığını görüyoruz. Sonra da “nasıl olur da bana bunu yapar” diye şaşırıyoruz. Halbuki karşımızdaki insan başından beri değişmedi, sadece biz görmek istemediğimiz yönleriyle yüzleşmeye başlıyoruz.
Bu durum aslında “karşımızdakini değil, kendi hayalimizdeki kişiyi sevmek” demek. Gerçek bağ, karşındaki insanı tüm yönleriyle —eksikleriyle, hatalarıyla, sınırlılıklarıyla— kabul etmekle mümkündür. Ama biz çoğu zaman bunu yapmıyoruz; karşımızdakini değiştirmeye, şekillendirmeye, “bize uygun” hâle getirmeye çalışıyoruz.
Sonra da beklediğimiz ilgiyi, sevgiyi, anlayışı bulamayınca “beni neden üzüyor” diye düşünüyoruz. Ama bizi üzen çoğu zaman karşımızdaki insan değil bunu unutmayın. O kişiye yüklediğimiz anlam, ondan beklentilerimiz ve kendi içimizde yarattığımız o insanın bir yansımasıdır.
Gerçek değer vermek aslında karşımızdakini yüceltmeden ya da küçültmeden sevebilmekte-kabul edebilmekte gizli biraz. Yani “sen benim istediğim gibi davranırsan değer veririm” değil, “sen olduğun kişi olarak da değerlisin” diyebilmekte. Çünkü sağlıklı ilişkiler, idealleştirme üzerine değil; gerçeklik, sınır ve karşılıklı saygı üzerine kurulur.
Peki neden bunu yapıyoruz? Karşımızdaki insanın kusurlarını neden görmezden gelip onu yüceltiyoruz?
Çünkü çoğu zaman, karşımızdaki insanı değil; onun bize hissettirdiklerini seviyoruz. Tabii bunu farkında olarak yapmıyoruz onu da eklemem gerekiyor.
O kişiye yüklediğimiz anlam, aslında kendi içimizdeki bir boşluğu dolduruyor.
Belki sevilme ihtiyacımızı, belki onaylanma arzumuzu, belki de “birine ait olma” isteğimizi o kişide bulduğumuzu sanıyoruz.
Yani bir nevi, kendi duygusal eksiklerimizi onun varlığıyla tamamlamaya çalışıyoruz.
Bu yüzden, o kişi bizim beklediğimiz gibi davranmadığında —yani o boşluğu dolduramadığında— derin bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.
Aslında o kişi bizi hayal kırıklığına uğratmıyor, biz kendi beklentilerimizin yıkımıyla yüzleşiyoruz.
Daha sonra da “değer vermek” kavramını sorgulamaya başlıyoruz.
Çünkü o ana kadar verdiğimiz değerin karşılığı, karşımızdaki insandan çok, kendi iç dünyamızda bir anlam taşıyordu.
Hani başucu kitapları vardır ya, böyle ara ara okumak gerekir, okuduğunuzda kendinizi daha güçlü hissedersiniz, benim baş başucu sözlerimden birisi şu: Gerçek sevgi ve değer vermek, karşındakini “beni tamamlayan kişi” olarak değil de “kendi haliyle var olabilen biri” olarak görebilmektir. Biz işte farkında olmadan bu noktayı atlıyoruz.
Eğer birine değer verirken onun değişmesini, bizi daha çok anlamasını, bizim gibi hissetmesini bekliyorsak, aslında o kişiye değil, kendi ideallerimize yatırım yapıyoruz demektir.
Ve bu, kaçınılmaz olarak bizi yorar.
Bir de burada önemli bir nokta daha var: o da etrafımızdaki insanları iyi konumlandırmak.
Peki, “insanları iyi konumlandırmak” ne demek? Bu, her insanı hayatımızdaki gerçek yeriyle, orantılı bir şekilde görmek demektir. Bir başka deyişle, herkesi aynı duygusal yakınlığa konumlandırmamak, herkesten aynı fedakarlığı, aynı anlayışı ve aynı sevgiyi beklememektir.
Mesela hayatımızdaki insanları farklı kategorilere yerleştirebiliriz:
İşte üzülmemizin-hayal kırıklığına uğramamızın en büyük sebeplerinden biri de, bu konumlandırmayı yapamamaktır. Bir tanıdığımıza, bir dostmuş gibi duygusal yatırım yaparız. Ya da yeni tanıştığımız birini, henüz güvenip güvenemeyeceğimizi test etmeden, en yakınımıza alırız. Sonra o kişi, bizim koyduğumuz bu yanlış konumun gerektirdiği sorumlulukları taşıyamadığında hayal kırıklığına uğrarız.
Ama suç onda değil, bizim onu yanlış yere konumlandırmamızdadır. Mesela ilk tanıştığınız insanlara her şeyinizi anlatmamanız gerekir, en özellerinizi açmamanız gerekir. Eğer yeni tanıştığınız bir insana tüm hayatını açıyorsanız ve bunu size karşı kullanıyorsa burada sorgulamanız gereken kişi biraz da siz oluyorsunuz.
Bu konumlandırmayı doğru yapmak, bir nevi “duygusal harita” çizebilmektir. Aynı harita, bize kiminle neleri paylaşabileceğimizi, kime ne kadar güvenebileceğimizi ve kimden ne beklememiz gerektiğini gösterir. Bu, insanları küçümsemek veya onlara mesafeli davranmak değildir. Aksine, onları oldukları gibi görerek, potansiyel hayal kırıklıklarını ve gereksiz acıları önlemenin bir yoludur. Bu, hem bizi korur hem de ilişkilerimizin daha sağlam ve gerçekçi bir zemin üzerinde ilerlemesini sağlar.
Kapanış: Değerinizi Doğru Yere Vermeyi Öğrenin
Demek ki asıl mesele, “İnsanlar beni neden üzüyor?” diye sormak değil. Asıl, kendimize şu soruyu sormaktır: “Ben, değerimi neden yanlış yerlere veriyorum ve sonra da o yerlerden doğru karşılık bekliyorum?”
Hayatınızın başrolü sizsiniz. Diğer herkes, rolünün büyüklüğünü sizinle kurduğu bağın niteliğiyle hak eden bir yardımcı oyuncu. Bir tanıdığınızı başrol yaparsanız, oyununuzun temeli sallanır. Bir dostunuzu figüran muamelesi görürseniz, oyununuz yalnızlaşır.
Bu yüzden:
Unutmayın, sizi üzen, insanların kendileri değil, sizin onlara yüklediğiniz anlamlar ve beklentilerdir. Değeriniz o kadar kıymetli ki, onu herkese, her seviyede dağıtamazsınız. Onu, sizinle aynı duygusal dilde konuşan, emek verdiğiniz kadar emek veren ve sizi olduğunuz gibi kabul eden insanlara saklayın.
Gerçek Değer vermek, koşulsuz kabulle verilendir. Ve bu değer vermek için önce en çok kendinizi hak ediyorsunuz.